11 Nisan 2016 Pazartesi

EFSUNKAR BİR GÜN



Üç beş günlük duyuyu efsaneleştirmişti. Yıllar geçtikçe huzurla yaşayabilmek için oynadığı rolleri sırça kalbine zorlukla kabul ettirmişti.
sicim gibi yağan yağmurun altında, kırmızı tuğlalarla örülmüş caddede yürüyordu. Ne yağmur altında ıslanmak, ne de hızla geçen arabaların yol kenarında birikmiş suları üzerine sıçratacak korkusu vardı... Bir an farkına varmadan ayakkabıların mükemmel yerleştirildiği vitrinin karşısında durmuştu... Bir saatlik zamanı kendine ayırmış, beyniyle ayakları arasındaki bağları, dünyanın karanlığına kök salmış, toprağa tutsak beynini koparıp atmıştı... Bir film karesinin içinde dolaşıyormuşçasına kendine dahi yabancı kalmıştı... Bir tansık oluvermiş o film karesinin içinde canlanıp caddede dolaşan yüzlerce figuranın arasına karışıvermişti. Saniyeler geçtikçe film şeridindeki görüntüler sıcak bir sahile dönüşüvermişti. Uzaktan belli belirsiz bir köy görünmüştü... Modeli oldukça eski üstü açık bir jeep sakin köy yoluna yavaşça girmesine rağmen, adeta ince bir elekten geçirilmiş tozlar gökyüzünü kaplamıştı... Otuz yaşlarındaki bu genç kadın bir an duraksayıp köyün kuzeyindeki tepelere bakmıştı... Birkaç küçük kulübeyi andıran evler.. Adres doğruydu, tozlu yoldan ayrılıp tarlalardan geçerken zorlanıyordu.. “İyi ki üzerime mavi keten pantolonu giydim.” diye kendi kendine mırıldanmıştı...
Arkasına dönüp baktığında, en ufak yaprağın hareketinden bile tozunu kaldıran yol uzakta kalmıştı. Saatine baktı, tarlalarda on dakika yürüdüğünün farkına varmıştı... Nefes nefese kalmıştı. “Otobüsten indiğimde bekliyor olacaktı, bir şey mi oldu?” diye söylenmişti. Kendine doğru gelen arabayı fark etmemişti. Taşıdığı küçük valizini yere koyup üzerine oturmuş, arabanın yanına yaklaşmasını beklemişti. Araba yaklaşıp yavaşlayınca gözlerini dikerek sert bir şekilde arkadaşının yüzüne bakmıştı. Bir saat erken yola çıkan kendi olduğu halde, sitemkâr bir edayla konuşmasına devam ediyordu... Arkadaşı olgun, mütebessim... Sadece dinliyor, arada bir “Haklısın.” diyebiliyordu.” “Az kaldı üç dakika sonra evde oluruz.”
Köyün dışında, etrafı ağaçlandırılmış tepedeki ev görünmüştü. Tarlalardan çıkıp düzgün, çakıllı yola geçilmişlerdi. Öbek öbek olgunlaşmış meyve yüklü, büyüklü küçüklü hintincirleri eve doğru giden yolun her iki yanını da kaplamıştı... Genç kadın hayranlıkla gözlerini onlardan ayırmıyordu... Gökyüzünün parlak maviliği arasında büyüklü küçüklü kum tepeleri ard arda sıralanmıştı... Araba evin önüne gelmişti. Genç kız fotoğraflarda görmesine rağmen bu kadar düzenli bir bahçe gördüğü için bir an şaşkınlıkla etrafına bakınmıştı...Evde bulunan iki çocuk onları karışlamak için evin önüne çıkmışlardı... Büyükanneleri de arkalarından çıkıp gelmişti.
Yol yorgunuydu genç kadın. Büyükannenin ısrarı sonucu banyoya girmişti... Toz adeta saçlarında bariz bir tabaka oluşturmuştu.
Arkadaşı, evi beğenip beğenmediğini sormuştu. Genç kız dönüp yüzünü buruşturarak “Bu da sorulur mu?” diye yanıt vermişti. Emekliliğe yeni adım atmıştı. Hafta sonlarını, tatil günlerini geçirmek için doğduğu köye yaptırdığı bu evde huzuru buluyordu. Genç kadın evin etrafındaki kumların arasından fosilleşmiş deniz kabuklarını görünce heyecanlanmıştı... Çocuklarla beraber topladığı fosilleri eve büyük bir heyecanla getirmişlerdi...
Yorucu geçen gününün sonuna doğru güneş yavaş yavaş mahmur kızıllı yüzünü saklıyordu... O gece ev halkına ısınmaya çalışan genç kadın geç saatlere kadar sohbet etmişlerdi. Genç kadın kendisine ayrılan odaya çekilmiş, uyumaya çalışıyordu... Alışık olmadığı kurbağa sesleri gittikçe yankılanıyordu... Uykusu kaçmıştı. Usulca çantasından anı defterini çıkarmıştı. Sayfanın sağ köşesine dikkatle tarihi atıp kısa bir süre beklemişti. Birkaç cümle yazıp yatacaktı... İçinden geçenleri ard arda yazmaya başladı...
“Efsunkâr Bir Gün”
Sıcak sahilde bir köy.
Köy dışında, tepede bir ev.
Yüzyıllar önce çekilmiş,
denizin ayak izleri.
Kum tepeleri,
fosilleşmiş midye kabukları.
Alabildiğince firavun inciri,
öbek öbek. Olgunlaşmış.
Dokunamıyorum.
Gökyüzü boncuk mavisi.
Denizin serinliği...
Biliyorum üşürsün.
Omuzlarına atılmış battaniye,
(Neden iri kareli, neden güvez rengi bilemiyorum.)
Koltuğuna oturmuşsun
Yanıbaşında bir masa,
Üzerinde kitapların, güzel yazıların.
Bir bardak su, içinde üç-beş nergiz.
Mis kokulu.
(Nergiz mevsimi değil ama konduruvermişim.)
denizin kokusu, kuşluk vakti
efil efil esiyor.
Duygularım yoğun.
Günlerim sarı yaprak.
Onatsın ovalım.
Dizlerinin dibindeyim...

Sabahın erken saatinde ev halkı uyanmıştı. Genç kadın, kuşların cıvıltısını bir süre yatağından dinledi. “Keşke öğleye kadar uyuyabilsem.” diye sesini yükselterek dışarıdakilere duyurmak istercesine bir kez daha tekrarlamıştı... Büyükanne, yavaşça genç kadının kapısını kapatmıştı... Genç kadın bu kez uykuya yenik düşmüştü...
Emekliye ayrılmış olmasına rağmen aşırı disipliniyle çocuklarını adeta rahatsız eden arkadaşının tavırları genç kadını ürkütmüştü, ömür boyu birlikte yaşama fikrini birden aklından çıkartıvermişti..... Hafta sonu tatili bitmek üzereydi... Birkaç saat sonra genç kadının şehre dönmesi gerekiyordu. Üç beş günlük efsaneleştirdiği duygularını anı defterine yazarak köyden ayrılmıştı...
Köyden ayrılmıştı, ayrılmasına da yüreğini orada bıraktığını hissettiği an film karesinin dışına taşıvermişti.
Efsaneleştirdiği sevgisini hapsettiği film şeridinden, arada sırada özgürlüğü için ayırdığı, haftalar sürdüğüne inandığı altmış dakikasında buruk ama doya doya yaşıyordu...N.D.AGLAĞU

17 Eylül 2007 Pazartesi

BİR GECE YOLCULUĞU

BİR GECE YOLCULUĞU
Yolculuk süresince hiç konuşmama kararı almıştım. Yaklaşık bir saat sonra yan koltukta oturan orta yaştaki kadının sürekli iç çekişinden tedirginlik duymaya başlamıştım. Birkaç kez bakışlarımız karşılaştı. Sözümü tutma kararım bu kez kesindi. Kimseyi dinlemeyecektim... Yavaş yavaş otöbüsün içini aydınlatan lambalar teker teker sönmeye başladı... Uykuya yenik düşmeme çabasındaydım.. Düğmeye basıp kahve istemesini fırsat bilip ben de istedim... “Uyumak istemiyorsunuz galiba?” diye samimi bir ses tonuyla sordu. Kararım kesindi ya “Evet ” deyip hafifçe tebessüm ederek bakışımı çevirerek kahvenin gelişini bekledim. “Nereye gidiyorsunuz?” bu ikinci sorusu beni ürkütmüştü. “Yanlış bir otobüse mi bindim?” diye korkarak sordum. “Hayır, sizi indirdikten sonra devam edecek. Yanımdaki kızım. Marmaris’e gidiyoruz.” Doğrusu bindiğim otobüsün yola devam edeceğini bilmiyordum.
Konuşmak için can attığının farkında olmama rağmen buna yanaşmamaya çalıştım. Bir ara dönüp baktığımda gözyaşlarını sildiğini farkettim. Yenik düşen ben oldum. Bambaşka bir dünyada yaşıyor gibiydi. Varla yok arasında gidip gelmeleri oldu. Dönüp esmer güzeli kızına bakıp yavaşça bana döndü. Kızı uyumuştu. Ulusal gazetelere yansıyan bir haberi sordu. Akılda kalmaması imkansız olan bir haberdi. O işte benim oğlum. Adeta donup kalmıştım. Kızının çantasını yavaşça çekip bir gözünü açtı. İçinden çıkardığı resmi gösterdi. O an kendimi yoğun nem kokan, loş bölge müzesinin Roma devrine ait lahitlerinin bulunduğu geniş uzun salonun kokusunu derinden hissettim. Oğlanla kızın boyları birbirine yakındı... Kızın kapkara gözlerinde ürperti uyandıran şeytani acımasız derin bir yüz ifadesi vardı. Fotoğraftan fırlayıp karşıma dikiliverecekmiş hissini uyandırıyordu.
Doğrusu kızı hiç gözüm tutmamıştı ancak oğlumun kızı aşırı sevmesi karşısında, seçeneğim kalmamış, sessiz kalıp onaylamıştım... Gönülsüz olduğumu, oğlumu bırakmasını istediğimi söylemiştim... Aynı gece evimize gelip, oğlumun bir ara yerinden kalkmasını fırsat bilip çantasını açıp küçük bir albümü yüzüme doğru sert bir şekilde uzatıp sayfalarını rastgele çevirerek “Bunlara iyice bak!” diye sert bir biçimde sessizce söyleyip yerine oturmuştu. “Seni de onu da süründürürüm...” demişti... Ürkmüştüm... Albüme bakmaya cesaretim yoktu... Oğluma izah etmeye çok çalıştım... Nafile... Bir hafta sonra kız hiçbir iz bırakmadan çekip gitmişti... Oğlum, perişan olmuştu. Teselli edecek hiçbir sözümüz kalmamıştı... Başarılı bir öğrenci olan oğlum, kendini odasına adeta hapsetmiş, okulun ismini anmaz olmuştu... Kızın gidişinden beni sürekli suçluyordu...
Öfkeyle evden çıkıp, kızın gezdiği barları dolaşmaya başlamıştım. Barlardan birinde onu görmüştüm. Saçlarını hep toplamış halde görmüştüm. Serbest bıraktığı gür parlak simsiyah saçları, oturduğu sandalyenin yan tarafına, adeta gece yere kadar akan su gibiydi... Yanına geçip oturdum... Alaycı bir tavırla, “ Önceleri beni oğluna istemeyen sendin...” Kendi aramızda sözlenmiştik... Beni reddetmiştin.... Şimdi ben seni istemiyorum, oğlun umrumda değil... Uzun siyah boyalı tırnaklarını bardağın üzerinde gezdirerek, “ Hiç tasalanma; biricik oğlun o albümdeki yerini alacak! Hepsi hayranlarım!..” Bu sözler karşısında şaşkındım... Yalvardım benimle gelmesi için... Acımasız bir tavırla, oralı bile olmadı, sonra; istemeye isteye kalkıp benimle birlikte yürüdü... Eve gelince, odasının kapısını çaldım, açılmayınca kolunu oynattım kilitliydi... Cevap yoktu.... Polis çağırmıştım... Yeğenimin ölümünün kırkıncı günü, oğlum kendini asmıştı... Oysa, yeğenimin intiharına öylesine sinirlenmiş, çaresizlikle suçlamıştı ki... Bu gün, benim oğlumun kırkıncı günü.... Yurduma getirdim.... Yeğenimle yan yana yatıyor....